Mutluluk… Hepimizin aradığı, bazen ulaşılması zor, bazen de yanı başımızda olup da fark edemediğimiz o duygu. Hayatın getirdiği zorluklar, toplumsal baskılar, kişisel mücadeleler derken, bazen mutluluğu bulmak neredeyse imkansız gibi gelir. Peki, böyle zamanlarda mutluluk zorunlu bir görev mi oluyor? Ve sonunda bulduğumuzda, onu içimize saklamak mı daha doğru?
Toplumun bizi başarı ve mutluluk arayışında yanlış yerlere yönlendirdiğini düşünüyorum. Zenginlik, prestij, statü gibi şeylerin peşinden koşarken, ruhumuzun gerçekten neye ihtiyacı olduğunu unutabiliyoruz. Oysa gerçek mutluluk, en basit anlarda, içten bir gülümsemede, sevdiklerimizle paylaştığımız samimi anlarda saklı. Ama işte tam da burada bir ikilem yaşıyoruz; bu anları başkalarıyla paylaşmak bazen onları yitirme korkusunu da beraberinde getiriyor. Çevremizdeki insanların mutluluğumuzu anlamayacağını, kıskanacağını ya da küçümseyeceğini düşünmek, bizi bu duyguyu saklamaya itiyor.
Mutluluğu narin bir çiçek gibi düşünmek lazım; onu özenle korumak gerekiyor. Ama koruma içgüdüsüyle mutluluğu bir cam fanusun içine hapsetmek doğru mu? Bence değil. Çünkü mutluluk paylaştıkça büyüyor, genişliyor, başkalarının da kalbine dokunuyor. Onu saklamak sadece kendimize değil, etrafımızdaki insanlara da haksızlık olur. Mutluluğumuzu cesurca ifade etmek, hem kendimize hem de sevdiklerimize verebileceğimiz en değerli hediye olabilir.
Hayat bizi mutluluğu bulmaya zorluyor belki ama onu bulduğumuzda içimize saklamak yerine, gönlümüzce paylaşmalıyız. Çünkü gerçek mutluluk, paylaştıkça anlam kazanıyor ve bizi daha da güçlü kılıyor.
Suna ANAÇ